Sur Külliyatı adı altında toplamaya çalıştığımız ders notları ve tahkikli çalışmalarımız bir bütün olarak hazırlanıp belli ölçüler içinde bir araya getirildi. Bazı konular bu kriterlere uymadığı için bir dönem bu kitaplara alınmadı. Fakat zamanla bu konularında bilinmesi ve yazılması zaruretinin olduğu kanaatine varıldı. Cevher’in bir bölümünü bu konular oluşturuyor. Bir bölümünü de zaman içinde bize sorulan doğal sorular ve doğru cevaplar oluşturuyor.
*Ruh araz değil, bir cevherdir. Cevherini kaybetmeyenler için Cevher var.
CEVHER İNCİ VE ALTIN’DAN SEÇMELER
Kur’an’a Saldırı
Küfrün Hevesini Kıran Ayetler
Kur’an’a saldıran inatçı kafirler ve sinsi münafıklar, yahudiler ve hıristiyanlar, belli ayetler üzerinden inananların zihinlerini bulandırmak istiyorlar. Onların saldırdıkları ayetleri toplasan yirmi ayeti pek geçmez. Halbuki bu ayetlerden hikmetler ve yüksek manalar çıkıyor. Belki de kader-i ilahi bu yüzden onlara bu imkanı hazır ediyor. Kur’an’ı daha iyi anlamamıza vesile oluyorlar. Bu ayetlere ve bu ayetlerle ilgili soru ve cevaplara bakalım.
1.-Sual: Farz edelim ki bir adam öldü ve geride üç kız evlat bıraktı. Kur’an’a göre Mirasın 2/3’ü kızlara; ölenin çocuğu olduğu için ana-babasından her birinin mirastan 1/6 hissesi vardır. Bu adamın ana babası da hayatta iseler, her ikisine toplam mirasın 1/3’ü; Adamın zevcelerine (eşlerine) mirastan 1/8 düşüyor.
Şimdi rakamları toplayalım = 2/3+1/3+1/8 = 27/24.
Yani 1.125. Adamın 60 tane altını var diyelim.
Üç kıza = 40 altın.
Anne babaya = 20 altın.
Zevcelere = 7.5 altın.
Toplam 67.5 altın.
Yani adamın parasının 1.125 katı. Bu durum nasıl çözülür?
1.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe kadının payının iki katını tavsiye eder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer (çocuk) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığından ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının payı altıda birdir. (Bu hükümler, ölenin) yapacağı vasiyetten, ya da borcundan sonradır.” (Nisa: 11.)
“Eğer çocukları yoksa eşlerinizin yapacakları vasiyetten ve borçtan sonra geriye bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Sizin de çocuğunuz yoksa yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra bıraktığınızın dörtte biri onlarındır; çocuğunuz varsa bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer miras bırakan erkek veya kadının evladı ve ana babası olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar.” (Nisa: 12.)
Asr-ı saadetten bugüne kadar müslümanlar miras hesaplamalarını hep aynı usul ile yapmışlardır. Kur’an’da belirtilen hisselere göre taksim yapılır. Hiçbir durumda mirasın dağıtılmaması gibi bir durum söz konusu değildir.
Eğer taksim neticesinde pay artarsa paydaya değil paya göre taksim yapılır. Buna “avl” denir.
Hisselerin toplamının paydadan küçük olması halinde “reddiye” durumu ortaya çıkar.
Mirasçıların hisselerinin toplamı paydadan ya küçük veya büyük ya da paydaya eşit olur. Hisseler paydadan küçük olursa buna “reddiye” denir. Büyük olursa “avliye” denir. Paydaya eşit olursa “adile” denir.
Pay büyük Payda küçük ise: avliye (1 den fazla)
Pay küçük Payda büyük ise: reddiye (1 den az)
Ashab-ı Feraiz’den olan mirasçıların hisselerine göre miras meselelerinde paydalar şu yedi sayıdan birisi olmak zorundadır: (2, 3, 4, 6, 8, 12, 24.)
Paydanın (2, 3, 4, 8)’den oluştuğu durumlarda reddiye söz konusu olur. Yani paydasını bu rakamlardan birisinin teşkil ettiği miras paylaşımlarında hisselerin toplamı paydadan küçük olur.
Avliye, yalnızca paydası (6, 12 ve 24) olan meselelerde ortaya çıkar. Burada pay paydadan fazla çıkar. Bu durumda payların (hisselerin) toplamı payda olarak alınır. Hissedarların herhangi birisinin alacağı pay, diğerlerinden eksik veya fazla değildir. Hissedarların alacağı pay eşit oranda azaldığı için kimseye haksızlık yapılmış olmaz.
Hisselerin (payın) toplamının paydadan küçük olması halinde “reddiye” durumu ortaya çıkar. Mirasçılar hisselerini aldıktan sonra geride daha hisse kalacağı için artan bu hisselerin de hak sahiplerine yine ayette geçen oranlarda verilmesine “reddiye” denir.
(Reddiye söz konusu ise mirasçılar içinde “asabe” olan kimselerin bulunmaması gerekir. Asabe varsa artan kısım asabeye verileceğinden “reddiye” gerçekleşmez.)
Asabe: Baba tarafından akraba olan ikinci derece mirasçılar.
Çözüm: Artan payın, karı ve koca dışındaki mirasçılara yine ayetlerde bildirilen oranlarda paylaştırılması şeklindedir.
Bütün hukuk sistemlerinde, miras paylaşımında bu tür durumlar karşımıza çıkacaktır. Hissedarların alacağı mirasta farklı pay ve paydaların ortaya çıkması muhtemel bir durumdur. Bunlar avl ve reddiye ile çözülebilen meselelerdir.
Sualin çözümüne gelince, cevabı çok basit:
Avl olduğu için paya göre değil paydaya göre hesap yapılır. 27/24 3 katı ile genişletilir. Bu da 81/72 yapar. Burada işlemi ters çeviriyoruz. 72/81 yaptığımızda:
(1/8)x(72/81)x60 = 6,67 zevce
(1/3)x(72/81)x60 = 17,78 ana baba
(2/3)x(72/81)x60 = 35,56 kızlara olur.
Zevceye = 6,67 altın.
Anneye = 8,89 altın.
Babaya = 8,89 altın.
Kızlarından her birine = 11,85 altın
Toplam 60 altın eder.
Herkes mirastan eşit pay alsın. Bu durumda miras paylaşımı daha kolay olmaz mı diye akla bir soru gelebilir.
Herkes mirastan eşit pay aldığı zaman adil bir dağıtım olmayacağı için buna da ilahi taksim denemez. Bu durumda miras dağıtımında buçuklar küsuratlar karşımıza çıkacak ve matematiksel sorunlardan, bölünme dolayısıyla kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
Aslında itiraz edenlerin daha çok itiraz edeceği sorunlar ortaya çıkacaktır. Mesela diyelim ki; 3 oğul, 100. TL mirası eşit olarak paylaşacak. 100 / 3 = 33,3333333333 devam edip gider. Böyle olunca da cahiller: “Allah kelamında bu nasıl taksim” diyecekler. Mutlak manada matematikte hukuk ve hukukta matematik arayanlar bu tür hatalara düşüyor. Yukarıdaki hesapta olduğu gibi her zaman matematikten hukuk çıkmıyor. Fakat hukuktan adalet çıkar ve vicdanı olanlar bunu görür. Kimseye haksızlık yapılmaz.
Avliye ve reddiye miras dağıtımında gerekli olur. İnsaf sahibi olanlar itiraz değil alternatif getirsinler. Samimi iseler başka bir metod bulsunlar. Hem de 21. yüzyılın zekası ile. Kur’an’daki taksimden daha iyisini göstersinler.
2.-Sual: Meryem suresi 28. Ayette yahudilerin Meryem’e “Ey Harun’un kız kardeşi!” diye hitap ettikleri yazılıdır. Halbuki Meryem, Harun peygamberin kardeşi değildir. Bunun manası nedir?
2.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “(Meryem) onu taşıyarak kavmine getirdi. Onlar: “Ey Meryem, sen tuhaf bir iş yaptın.” “Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kimse değildi. Annen de iffetsiz değildi.” dediler. (Meryem: 27.- 28.)
Hz. Meryem ile Hz. Harun arasında, bin küsur sene bulunmaktadır. O zaman bunun gerçek manada bir kardeşlikten çok mecazi bir ifade olduğu anlaşılmaktadır. Hanna ile Elisabeth kardeştir. Yani Hz. Meryem’in annesi Hanna, Hz. Zekeriya’nın hanımı olan Elisabeth’in kız kardeşidir. Bu iki kız kardeş ise, Hz. Harun’un soyundandır. Dolayısıyla Hz. Meryem, anne tarafından Hz. Harun’un soyundan geldiği için Harun’un kız kardeşi sayılmıştır.
Burada Harun’un kız kardeşi sözünden maksat, Meryem’in o aileden gelmiş olduğunu vurgulamaktır. Bu ifadeyle şerefli bir soydan gelen Meryem’i, soyuna asla yakışmaz bir iş yapmakla suçlayıp mahcup etmek istemişlerdir.
Harun peygamber İsrail oğulları içerisinde seçkin bir yere sahipti. Sağlığında kutsal mabedin bakımını yürütmek gibi şerefli bir misyonu üstlenmiş ve ölümünden sonra bu görevi soyundan gelenlere devretmiştir. Mabed hizmetleri Harun soyuna tahsis edilmiştir. Hz Meryem ise hem Harun peygamberin soyundan geliyor hem de İmran’ın eşi tarafından bu mabede adanmıştı. Bu soy ve görev bağlantısı kastedilerek kendisine: “Sen böyle büyük bir peygamberin kardeşi konumundasın nasıl böyle bir kötülük yapabilirsin.” manasında serzenişte bulunulmuştur.
Hz. Harun’un bir kız kardeşi vardır ve onun da adı Meryem’dir. Bu isim Tevrat’ta “Miryam” olarak zikredilir. Hz. Meryem ona nispet edilerek isimlendirilmiş ve bu nedenle ona, “Harun’un kız kardeşi” denilmiştir. Bu durumda, Harun’un kız kardeşi demek, ya ahlakta Harun’un benzeri, ya kız kardeşinin benzeri yahut soy itibariyle onun neslinden demek olur.
Hz. Meryem’in teyzesi ve Hz. Zekeriya’nın karısı Elisabeth hakkında; Luka 5. de “Harun’un bacılarından biri olarak anılmaktadır.” (Muhammed Esed Tefsiri- Meryem Suresi, Ayet: 28.- 2. Cilt, 613. Sh.)
Luka İncili’nin 5. Ayetini okuyan bir hıristiyan nasıl oluyor da Kur’an’a itiraz ediyor. Neden hiç bir hıristiyan İncil’e itiraz edip Elisabeth için Harun’un bacısı değil demiyor. Halbuki kendi kitaplarında bu ifade açıkça yer alıyor. Evet hem önceki kitaplarda hem de Kur’an’da böyle mecazi ifadeler yer almaktadır.
Mecaz ifadeler olarak:
İbrahim’in kızı: (Luka: 13/16.)
İbrahim’in oğlu: (Luka: 19/9.)
Nitekim: Hz. Safiyye, Hafsa ile Aişe’nin kendisine: “Biz Rasulullah’ın amcasının kızları ve zevceleriyiz.” dediklerini haber verince Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sen onlara: “Harun babam, Musa amcam, Muhammed eşim oluyor, daha ne isterim!” deseydin ya!” (Tirmizi- Menkabe 6. Cilt, 374. Sh. 63; Hadis No: 4145.) (Hakim, el-Müstedrek- Marifetu’s-Sahabe 9. Cilt, 204. Sh. Hadis No: 6868.)
Bu hadis-i şerife “Harun peygamberin Safiyye diye kızı yok veya Musa peygamberin Safiyye isminde yeğeni yok.” diyerek itiraz eden olmadı. İşte mecazdan anlamayanlar hataya düşüyor. Biz Fatih’in torunlarıyız ne demek? İnananlar kardeştir ne demek? Ey Adem’in çocukları ne demek? Ey Harun’un kız kardeşi ne demek?
Babanız İbrahim’in dinine uyun. (Hacc: 78.) Ata, baba olarak isimlendirilmiş. Bu tarz beyan Kur’an’da ve diğer semavi kitablarda vardır.
Bir tefsire göre: Burada Harun’dan Hz. Musa’nın kardeşi kasdedilmektedir. Zira Hz. Meryem onun neslindendi. Nitekim Temim kabilesinden olana: Ey Temim’in kardeşi, Mudar kabilesinden olan birine de: Ey Mudar’ın kardeşi, denilmektedir. (İbn Kesir- Meryem Suresi, 28. Ayet, 10. Cilt, 5135. Sh.)
Hz. İsa’ya “Davud’un oğlu” (Matta: 1. Bab, 1. Ayet) diye hitab edildiğini onlara hatırlatmak gerekir. Bu tabirler anlaşılınca diğerinin anlaşılması daha kolay olur. Hıristiyanlar Meryem’in nişanlısı ve dayısının oğlu Yusuf’tan bahsederler. Onlara şöyle diyelim: “Hata yapıyorsunuz. Yusuf, Yakub’un oğludur.” Halbuki öyle faziletli şahıslar vardır ki, asırlar boyunca insanlar onların isimlerini çocuklarına verirler.
Farz edelim ki Meryem’in kardeşinin ismi Harun olsun. Hıristiyanlığın kutsal metinleri olan İnciller ve diğer Yeni Ahit yazılarında, Meryem’in ailesi yani anne, baba ve kardeşlerinin isimleri hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. Bu bilgilere başka kaynaklarda rastlanmaktadır. Böyle bir durumda ne ile itiraz edebilirler? Sadece zan ile.
Hz. Meryem’in ölüm tarihi bile net değildir. Mezarı dahi belli değil.
Meryem’in annesi Hanna iki defa evlenmiştir. Hanna, Fakuz’un kızı ve İşba’nın yani Elisabeth’in kız kardeşidir. İmran’ın nesebi Maton yoluyla Hz. Davud’a ulaşmakta idi. (el-Mes’udi)
Harun ismi hakkında bazı müfessirler o zamanda Harun isminde salih bir kimsenin yaşadığını ifade etmişlerdir.
Bu isimler o zamanda soyu hatırlatan ve soyun büyüklerine hürmeten çokça verilen isimlerdir.
Yahudiler daha önceki peygamberlerin ve salih kimselerin isimlerini kullanıyorlardı.
Nitekim günümüzde bazı yörelerde büyüklere hürmeten bazı isimler son derece sıklıkla kullanılır.
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Onlar (İsrailoğulları) peygamberlerinin ve salihlerinin isimlerini çocuklarına isim olarak verirlerdi.” (Müslim, Tirmizi, Nesai) (İbn Kesir, Meryem Suresi, 28. Ayet 10. Cilt, 5136. Sh.)
Musa’nın kardeşi Meryem’in ismi İsa’nın annesine veriliyor da, Musa’nın kardeşi Harun’un ismi neden Meryem’in kardeşine verilmesin? Onbeş sene içinde Meryem’in kardeşleri olabilir ve birinin ismi Harun olabilir. Veya o zamanda yaşayan faziletli bir insanın ismi neden Harun olmasın? Nişanlısı Yusuf, Yakub’un oğlu mu? Magdalalı Meryem, Hz. Meryem mi? Elbette değil.
*Rasulullah’ın (s.a.v.) söylediklerinin bir kısmını ehl-i kitabın bilmemesi nübüvvetinin alametlerindendir. Sadece onların dediklerini deseydi insanlarda şüphe uyanırdı.
Onların bilmediklerini bilen Allah (c.c.), son elçisi ile insanlara bilmedikleri bu haberleri de gönderiyor.
Aslında Kur’an, bütün bu hakikatlerle beraber Meryem Harun’un kız kardeşidir demiyor. İsrail oğullarının sözlerini naklediyor. Onlar o zaman öyle söylemişler. Yine Kur’an Fir’avn’ın: “Ben sizin en yüce Rabb’inizim” sözünü naklediyor. Bu sözü nakletmesi elbette bu sözü kabul ediyor manasına gelmez.
3.-Sual: Maide Suresi, 116. Ayette: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: “Beni ve annemi, Allah’dan başka iki ilah edinin” dedin?” ifadesi geçiyor. Halbuki hıristiyan inancında Baba, Oğul, Ruhul Kudüs var. Meryem’e ilah demiyorlar.
3.-Elcevap: Allah dedi: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: “Beni ve annemi, Allah’dan başka iki ilah edinin” dedin?” “Haşa, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, gaybları bilen yalnız sensin.” “Ben onlara: Benim ve sizin Rabb’iniz olan Allah’a ibadet edin, diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince (süremi doldurunca) onları gözetleyen (yalnız) sen oldun. Sen her şeyi görensin.” (Maide: 116.- 117.)
Hıristiyanlar Meryem’e ve heykellerine tapmak suretiyle onu ilah edindiler. Kur’an bu hakikati ifade ediyor.
Başka bir ayette şöyle buyuruluyor: “Hahamlarını ve Rahiblerini Allah’dan başka rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de. Halbuki kendilerine yalnız tek ilah olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 31.)
Adiyy bin Hatem’den (r.a.) rivayetle: “Peygamber (s.a.v.)’e geldim. Tevbe suresinden: “Onlar Hahamlarını ve Rahiblerini Allah’dan başka rabler edindiler.” ayetini okuduğunu işittim. Buyurdu ki: “Gerçi onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat bunlar, herhangi bir şeyi kendilerine helal kılınca onu helal kabul ediyorlar ve herhangi bir şeyi de onlara haram kılınca onu haram kabul ediyorlardı.” (Tirmizi- Kur’an Tefsiri, Tevbe Suresi, 31. Ayet, 5. Cilt, 206. Sh.- Hadis No: 3292.) (Cem’ul- Fevaid, 4. Cilt, 68. Sh.)
Sezai Karakoç’un çevirisini yaptığı Diriliş Yayınlarından çıkan Batı Şiirlerinden Çeviriler isimli kitabın 4. Baskısında, Paul Claudel isimli Fransız şair Meryem’i ilah gibi görüyor. Fransa’yı sen kurtardın diyecek kadar ileri gidip ona dua ediyor. Ona minnettarlığını sunuyor. Hamd ediyor. Şiirin bir bölümünü burada aktarırsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır:
Kutlu Öğle
Çünkü beni kurtardın, çünkü kurtardın Fransa’yı;
Çünkü bir dertti sana bencileyin Fransa.
Çünkü her şeyin çöktüğü saatte geldin kurtardın Fransa’yı;
Çünkü kurtardın Fransa’yı bir kez daha.
Çünkü bak, ne ışıklı öğle, çünkü aydınlığındayız seninle.
Çünkü sen bütün gün orda, çünkü sen
Meryemsin, tek varsın, yaşıyorsun ya;
İsa’nın Annesi, bin teşekkür sana.
(43. Sahife)
Meryem’i bu kadar kutsayan, ilahlaştıran müşrik hıristiyanlar yüzünden İsa (a.s.) dahi hesaba çekilecek.
Allah Teala (c.c.) bir peygamberini en sevmediği şirk yüzünden böyle hesaba çekerse kim bilir müşrik hıristiyanların hesabı nasıl olur? Ne büyük bir azaba düçar olacakları kıyas edilsin!
Hz. İsa’yı tanrı kabul eden hıristiyanlar Hz. Meryem’i diğer insanlardan farklı görürler. Bu konuda hıristiyanların şirke düştükleri durumu çok net gösteren bir haber aktaralım.
Mahmut Şenol / AÇIK GAZETE, ABD
Meryem Ana heykeli önünde dua etmekteyken, nedeni henüz tam olarak bilinmeyen bir biçimde yerinden kopan mermer heykelin yaralaması sonucunda bir bacağını kaybeden Katolik mümin, kiliseyi dava edip 3 milyon Dolar tazminat talep etti. 09-11-2012, Cuma
Meksikalı göçmen D. Jimanez karısı kanserden kurtuldu diye kiliseye gidip Meryem Ana’ya şükran borcunu yerine getirmek üzere, heykelin önünde diz çökmüş dua etmişti, ancak duasını tamamlayamadan olanlar oldu ve 300 kg.’lık heykel birden yıkılıp üstüne düştü.
New York’taki Aziz Patrick Kilisesi’ne gidip karısının hastalığından kurtulmasını dua ederek kutsamak isteyen Katolik hıristiyan Jimanez’in bu kazadan sonra sağ bacağı diz üzerinden kesildi ve kazazede yoğun tedavi altında tutuldu.
Meryem Ana yüzünden bir bacağından, iş hayatından ve moralinden olan Jimanez davayı kazanırsa Kilise’den alacağı 3 milyon Dolar ile yeni bir hayata başlayacağını söyledi ve bir daha Meryem Ana, İsa Peygamber heykelleri altında durmayacağına söz verdi.
Jimanez’in üzerine devrilen dev heykelin sadece bir vidayla duvara tutturulmuş olması üzerine müfettişler bunu yeterli kanıt gördü. Jimanez’in avukatları ise Kilise aleyhine açılan davayı kesin olarak kazanılacak dava olarak görüyor. Mahkeme 2013 yılında kararını vermiş olacak.
4.-Sual: Tarık Suresi 7. Ayette “O, bel ile göğüs kemikleri arasından çıkar.” diye geçiyor. O zamirinden murad meni ise testislerden çıkar denmesi gerekmez mi?
4.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Dışa atılan koyu bir sudan (meniden) yaratıldı. O, bel ile göğüs kemikleri arasından çıkar. İşte başlangıçta bu şekilde yaratılan insanı Allah tekrar yaratıp geri getirmeye kadirdir.” (Tarık: 5.- 8.’e)
“O sülb ve teraibden çıkar.” (Tarık: 7.)
O zamirinden gaye insan ise, evet çocuğun çıktığı yer yani rahim, sülb ve teraib arasında kalan bölgededir.
O zamirinden gaye insanın suyu yani nutfe ise, o da husyelere gelen böbrek düzeyindeki damarlardan gelen gıdalarla beslenir. Nutfenin ana maddesi buradan gelir ki bu bölgede sülb ve teraib arasındadır. Kur’an meninin nerede biriktiğini değil nereden geldiğini söylüyor. Yani meninin maddeleri sülb ve teraib arasından gelir ve böbrek üstü bezlerin ürettiği hormanlara dikkat çeker.
Kur’an’da, meni için zekerden çıkar denmesi ne kadar basit ve abes ise, testislerden çıkar denmesi de o kadar gereksiz ve saçma bir söz olur. Kur’an, onun menbaını gösterir. Maddelerin nereden geldiğine ve mahiyetine dikkat çeker.
Kur’an’ın düsturlarındandır ki, her şeyin hakikatini ve özünü bildirir. Meselenin arka planına dikkat çeker. “Rızkınız da, size vaadedilen şeyler de semadadır.” (Zariyat: 22.) ayetinde olduğu gibi. Bir müslüman bu ayeti, “Gökten tahıl, meyve, sebze yağar.” şeklinde anlamaz. “Rızka vesile olan güneşin ısısı ve ışığı ve yağmurlar ve Allah’ın emri gökten gelir.” manasında anlar.
Husye ile yumurtalıklar gıdalarını, omurga ile eğe kemiği arasındaki yerden alırlar. Yani, Karındaki aorttan gelen ve husye ile yumurtalığa giden atar damarlar, belkemiği (omurga) ile eğe kemiği arasından geçerler. Aynı şekilde, yumurtalığı ve husyeleri besleyen sinirler de mide altındaki sinir kümesinden gelir ki, bu tam manasıyla belkemiği ile eğe kemiği arasındaki bölgededir. Lenf damarları da omurga ile eğe kemikleri arasından çıkar. (Ali el-Bar. Terc. A. Öztürk. İnsanın Yaratılışı. Diyanet İş. Başk. Yayını,1991)
Meninin üretimi, depolanması ve fırlatılmasında bu mekanizmanın faal olduğu bölge sulb ve teraibdir. Bu arada kalan bölgede damarlar, kanallar, lenf ve sinirler vardır. Testis kanserinde böbrek yakınındaki lenf düğümleri alınınca spermin atılma mekanizması bozulur. Bu mekanizmayı bir fabrika gibi düşünürsek, testisler bu fabrikanın deposu durumundadır. Ürün fabrikadan çıktı deriz. Bu söz depodan çıktı demekten daha doğru olur.
İlmin hikmete dönüşüp fayda sağlaması açısından bu suyun oluşumuna bakmak elzemdir. Zira günah ve sorumluluk büluğ ile başlar. Yani vücutta meni üretimi ile başlar. Bundan önce defterine günah yazılmaz ve o dönem içinde ölse azab görmez. Risk meni ile başlar. Günahları def etmek için, bu mesele üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Bunun imtihan sırrına kadar giden mahiyeti var. İmtihan vücutta meni üretimi ile başlıyor. O halde bu sıvının içindeki maddeleri çok iyi tahlil etmeliyiz. İnsanı azdıran maddeler hangileri ve bunlar husyelere nereden geliyor. Kur’an bize bunu bildiriyor. Husyeler ile yumurtalıklar, belkemiği ile eğe kemikleri arasında bulunan böbrek düzeyindeki damarlarla beslenirler ve gelişebilmeleri mümkün olur. Aynı şekilde bunlara bağlı sinirler de yine aynı bölgedeki damarlardan beslenirler. Buradan hareketle insanlık ileride bazı hakikatlere ulaşacaktır. Şehvet artırıcı ilaçları buldukları gibi bunun aksi istikametinde, zinayı önleyen ilaçları da üretmek mümkün olacaktır. Şehvetinin kölesi olmuş insanları kurtarmak mümkün olacaktır.
Fahreddin Razi bu ayeti şöyle tefsir eder: “Meniyi oluşturan cüzlerin çoğu, beyinde oluşur. Bu yüzden çokça cima yapanların, önce gözlerinde zayıflama başlar. Meninin oluşmasında en büyük desteği sağlayan şeyin beyin olduğunda şüphe yoktur. Fakat beynin de halifesi (vekili) vardır. Bu da, omurgaların içinde, beyne kadar uzanan sinirlerdir. Bunlar, arka kemiği (sülb) içinde yer alırlar. Bunun, bedenin başlangıcına doğru uzanan pek çok kolları vardır ki işte bunlar “teribe” (teraib)dir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Tarık Suresi, 23. Cilt, 56.- 57. Sh.)
Bunlarla birlikte, eğer ayette geçen “o” zamiri insana raci ise, o zaman bu konuların izahına gerek kalmaz. Zira bebek rahimden yani sülb ve teraib arasından çıkar. O su, insana dönüşür ve sülb ve teraibden çıkar.
5.-Sual: Kehf Suresi 86. Ayette: “Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu.” ifadesi var. Güneşin batması dünyada nasıl olur?
5.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (kafir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik.” (Kehf: 85.- 86.)
Bu ayette semavi bir olay anlatılmış olsa idi bu Zülkarneyn gözü ile anlatılmazdı. Genel bir kanun mutlak zikredilir. Ayette güneşin batışı Zülkarneyn’in gözünde nasıl göründü ise o şekliyle insanların nazarına edebi bir üslub ile sunuluyor. Uzaktan bakınca insanın gözüne nasıl göründüğü açıklanıyor. Veya uluhiyet saltanatının azameti yanında deniz ve güneş, bir çeşme ve göz gibi ufak görünür. Buradaki mecaz ifadeler ile edebi ve belagatlı bir anlatış hemen göze çarpıyor ve anlaşılıyor.
Denizde yolculuk yapan kimse güneşi, denizin içine batıyormuş gibi görür. Batı denizinin sıcak olduğu bildiriliyor. Orada kokuşmuş çamur çokça olduğu için hamie (balçık) diyor.
Mecaz ve istiare yollu denir ki, güneşi peşine taktı gitti veya güneş sırtına vurdu.
Kafirin saldırdığı her ayetten bir mucize çıkıyor. Bu ayette bir mucizedir. Zira Atlas okyanusundaki bir manzaranın yani güneşin batışındaki görüntünün sanki güneş deniz içine giriyormuş gibi insanın gözüne görünmesini bu tarzda edebi bir üslubla Arabistan çöllerinden aktarılmasını münkirler nasıl izah edecekler?
Bu konuda Bediüzzaman’ın 16. Lem’a’da yaptığı izahat yeterlidir. Şöyle ki:
Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme gibi görünen Bahr-i Muhit-i Garbi’nin sahilinde veya volkanlı, alevli, dumanlı dağın gözünde gurub ettiğini Zülkarneyn görmüş. Yani: Zahir nazarda Bahr-i Muhit-i Garbi’nin sevahilinde, yazın şiddet-i hararetiyle etrafındaki bataklık hararetlenmiş, tebahhur ettiği bir zamanda o buhar arkasında büyük bir çeşme havzası suretinde uzaktan Zülkarneyn’e görünen Bahr-i Muhit’in bir kısmında Güneş’in zahiri gurubunu görmüş. Veya volkanlı, taş ve toprak ve maden sularını karıştırarak fışkıran bir dağın başında yeni açılmış ateşli gözünde, semavatın gözü olan Güneş’in gizlendiğini görmüş.
Evet Kur’an-ı Hakim’in mucizane belagat-ı ifadesi bu cümle ile çok mesaili ders veriyor. Evvela: Zülkarneyn’in mağrib tarafına seyahatı, şiddet-i hararet zamanında ve bataklık tarafına ve Güneş’in gurub avânına ve volkanlı bir dağın fışkırması vaktine tesadüf ettiğini beyan etmekle, Afrika’nın tamam istilası gibi çok ibretli mes’elelere işaret eder. Malumdur ki: Görünen hareket-i Şems, zahiridir ve Küre-i Arz’ın mahfi hareketine delildir; onu haber veriyor. Hakikat-ı gurub murad değildir. Hem çeşme, teşbihtir. Uzaktan büyük bir deniz, küçük bir havuz gibi görünür. Hararetten çıkan sis ve buharlar ve bataklıklar arkasında görünen bir denizi, çamur içinde bir çeşmeye teşbihi ve Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz manasında olan ayn kelimesi, esrar-ı belagatça gayet manidar ve münasipdir. Zülkarneyn’in nazarında uzaklık cihetiyle öyle göründüğü gibi, Arş-ı Azam’dan gelen ve ecram-ı semaviyeye kumanda eden semavi hitab-ı Kur’ani, bir misafirhane-i Rahmaniyede sirac vazifesini gören musahhar Güneş’i Bahr-i Muhit-i Garbi gibi bir çeşme-i Rabbanide gizleniyor demesi, azametine ve ulviyetine yakışıyor ve mucizane üslubu ile, denizi hararetli bir çeşme ve dumanlı bir göz gösterir. Ve semavi gözlere öyle görünür. Elhasıl: Bahr-i Muhit-i Garbi’ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş. Kur’an’ın nazarı ise herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kah bir meydan, kah bir saray, bazen bir beşik, bazen bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbi’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor. (16. Lem’a)
Bu şekilde bir anlatım ve ifade tarzına birçok ayette rastlamak mümkündür. Mesela:
Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran ve gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez mi? (Neml: 25.)
Burada kuşun ifadesi çok ilgi çekicidir. Kuş, toprağın içine giren taneyi gagalayıp çıkarır. Kendince gizli taneyi çıkarmak büyük hünerdir. Kendi işiyle Allah’ın işini kıyaslıyor ve Allah’ın, gizlileri bildiğini söylüyor. (S. Ateş Mealinden)
Hüdhüd’ün bu konuşmasında bir kuşun tefekkürü ve marifeti anlatılıyor. Yoksa genel bir tefekkür ifadesi değil. Bütün insanlar böyle tefekkür etsin denmiyor veya tefekkür böyle yapılır sizde böyle tefekkür edin denmiyor.
İnsafla bakınca anlaşılır ki burada beliğ bir ifade var. Bu ayeti okuyunca güneş çamura saplanır diye bir düşünce aklımıza gelmiyor.
Orada şöyle geçiyor: Onun (güneşin) yanında bir kavim buldu. Güneşin yanında kavim olmayacağı açıktır.
Kur’an’da bu gibi mecaz ifadelerle karşılaşıyoruz.
Arzı bir beşik yaptık. (Nebe: 6.) Arz beşik midir?
Geceyi bir örtü yaptık. (Furkan: 47.) Gece örtü müdür?
Dağları direk yaptık. (Nebe: 7.) Dağlar direk midir?
O’da onları unuttu.” (Tevbe: 67.) Allah unutur mu?
Daha çok misaller verilebilir.
*Kur’an edebi yönden de harika bir kitabdır. Kur’an’ın sehl-i mümteni tarzında bir dile sahip olmasından dolayı kelime ve cümlelerindeki yalınlık insanları ilk bakışta yanıltabilir. “Bunun bir benzerini ben de söyleyebilirim” hissini bazı kimselerde uyandırabilir. Halbuki bunu deneyen kimse bu kelamı söylemenin kolay olmadığını görür. Bu tür sözlere edebiyatta sehl-i mümteni denir. Sehl-i mümteniden sayılan sözlerin, sadeliğiyle birlikte edebi değeri son derece yüksektir.
Zannetme ki şöyle böyle bir söz.
Gel sen dahi söyle böyle bir söz.
(Şeyh Galip)
Kur’an’ın edebi yönü, şairleri hayranlık içinde bırakmış. Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kabe’den indirirken demiş: “Âyâta (ayetlere) karşı bunun kıymeti kalmadı.” (7. Şua’dan)
*Yükseklerde doğan güneşe, onun ziyasını görmeyen hasetçinin inkarı ne zarar verebilir! (İ. Abidin 1. Cilt, 14. Sh.)
6.-Sual: Kur’an-ı Kerimde Esirlere muamele ve fidye konusunda iki ayette farklı uygulamalar emrediliyor?
6.-Elcevap: İki ayette emredilen konular arasında uygunluk vardır. Bu iki ayette emredilen şey, düşmanın tamamen mağlub edilip etkisiz hale getirilmesi sağlanmadan onların toparlanıp güçlenmesine imkan vermemektir. Savaştan gaye düşmanın etkisiz hale getirilip sindirilmesidir. Bu da müslümanların güvenliği açısından son derece önemlidir.
*Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın. Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin.” (Muhammed: 4.)
*Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe, hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfaatini istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah, Aziz’dir, Hakim’dir. Eğer Allah’ın daha önce verilmiş bir hükmü olmasaydı, aldığınız şey (fidye)den dolayı size büyük bir azab dokunurdu.” (Enfal: 67.- 68.)
*Bu ayetten maksad, fidye almak gayesiyle esir almayı kınamaktır. Yoksa bu, fidye almanın mutlak manada haram kılındığına delalet etmez. Ayet, fidyeyi, sırf dünya geçimliği sebebiyle taleb eden kimseleri tenkide delalet etmektedir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Enfal Suresi, 11. Cilt, 373. Sh.)
*Her iki ayet de birbirine uygundur. Zira ikisi de, önce yeryüzünde bir hükümranlık sağlanması gerektiğine, esirlere karşı fidye alınmasının daha sonra olacağına delalet etmektedir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Enfal Suresi, 11. Cilt, 375. Sh.)
7.-Sual: Allah kendi kitabında bir insanı neden kötülüyor? Peygamberin amcası hakkında ağır ifadeler kullanıyor. Bunun izahını yapar mısınız?
7.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ebu Leheb’in iki eli kurusun. Zaten kurudu da. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. O, alevli bir ateşe girecektir. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır.” (Tebbet: 1.- 5.’e)
Kur’an’ın gelecekten haber verdiği hadiseler aynen vaki olmuştur. Tebbet suresinde Ebu Leheb ve karısının iman etmeyecekleri ve cehenneme girecekleri bildiriliyor. Sonraki yıllarda Ebu Süfyan’a, Hind’e, İkrime bin Ebu Cehil’e, Halid bin Velid’e ve Ebu Leheb’in evladına hidayet nasib olmasına rağmen bu ikisi nasibsiz kalıyor. Ayetteki gaybi ihbar aynen tahakkuk ediyor. Şayet Ebu Leheb veya karısı, göstermelik dahi olsa “Müslüman olduk.” deselerdi; Kur’an’a çok itirazlar olacaktı.
Sadece Ebu Leheb ve karısı değil, Velid bin Mugire hakkında gelen Müddessir Suresinin ayetlerinde, onun da iman etmeyeceği ve sakara atılacağı bildiriliyor. Hem gayrı meşru olduğunu Kur’an söylüyor. Bu mucize karşısında iman edebilirdi. Fakat o da iman etmiyor, nasibsiz kalıyor. Kur’an’ın gaybi haberi aynen tahakkuk ediyor.
Ebu Leheb, meşhur sekiz zındıkların başında geliyor. Rasulullah’a düşmanlık yapan ve O’na en çok eziyet eden sekiz müşrikten biriydi. Ebu Leheb’in Kur’an’da zemmedilmesinin sebebi ise tebliğe mani olmak için aşırı gayret göstermesiydi.
Ebu Leheb sadece bir şahıs değil aynı zamanda bir semboldür. Tebliğe mani olmanın, vahyi susturmaya çalışmanın, hakkı konuşturmamak için mücadele etmenin sembolüdür. Kalbin mühürlenmesinin ifadesidir. Her asırda Ebu Lehebler gelecek. Kur’an’ın ve müslümanların sesini susturmaya çalışacaklar, tebliğe mani olmak için gayret edecekler. Ayet bunların hepsini içine alıyor.
Bu ikisi hakkında inen sure Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil’in düşmanlığını daha da artırdı. Husumetleri o dereceye vardı ki, peygamberin iki kızıyla evli olan iki oğlunun boşanmalarına sebeb olmuşlardır.
Rasulullah (haşa) kendi hevasından konuşuyor olsaydı Tebbet suresindeki sözleri söyleyip onları kendine daha fazla düşman yapıp kızlarının boşanmalarına sebeb olmak istemezdi.
8.-Sual: Garanik olayı nedir?
8.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncü(leri olan) öteki Menat’ı? Bunlar sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar.” (Necm: 19.- 23.’e)
*Anlatılan batıl hikaye şudur:
Necm Suresinin 19 ve 20. ayetlerini okuduktan hemen sonra Şeytan, Hz. Peygamber’e musallat olmuş, Hz. Peygamber, farkında olmaksızın: “Bunlar yüce kuğu kuşlarıdır ve şefaatleri umulur.” cümlelerini vahyin devamı gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmiş. Surenin sonuna gelince secde ayeti olduğu için Hz. Peygamber ve orada bulunan müslümanlar secdeye kapanmışlar. Müşrikler de Hz. Peygamber’in okuduğu bu cümleler sebebiyle: “Muhammed ilahlarımızın şefaatini kabul etti ve aramızda önemli bir ayrılık kalmadı.” deyip secdeye kapanmışlar.
*Rivayetin doğrusu şu şekildedir:
Rasulullah (s.a.v.), Kabe yanında Necm suresini okuyordu. Surede geçen secde ayeti sebebiyle secdeye gitti. Ashabı da onunla beraber secde ettiler. Müşrikler de bu surenin 19. ve 20. ayetlerinde adları anılarak kötülenen putlarına ve inançlarına sahip çıktıklarını belirtmek ve putlarını tazim etmiş olmak için putları adına secdeye kapandılar.
Bu olaya dair Buhari’nin el-Camiu’s-Sahih’inde sahih bir hadis vardır. Fakat bu rivayette Garanik meselesiyle ilgili hiçbir bilgi yoktur. Hem nakil yönünden, hem de akıl yönünden böyle bir olay mümkün değildir. İslam düşmanları adetleri üzere iftiralarını bu rivayet üzerinden yapmışlar ve bu sahih rivayeti çarpıtmışlardır. Rasulullah (s.a.v.) ve ashabı, Necm suresinde geçen secde ayetinden dolayı secde ettiler. Müşrikler de bu surenin 19. ve 20. ayetlerinde adları geçen ve zemmedilen putlarına sahip çıktıkları için secde ettiler.
Müşriklerden biri veya şeytanlaşmış insanlardan biri bu sözleri sarfetmiş olabilir.
Habeşistan’daki müslümanların Mekke’ye geri dönmelerinin sebebi, sözde Garanik olayı değil, bu yıllarda Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi güçlü ve itibarlı şahısların İslam’a girmeleridir. Bundan sonra Mekke müşrikleri bir süre eziyet ve işkencelerine ara verdiler. Geçici bir sükûnet oluşması ve o tarihlerde Necaşi’ye karşı ayaklanma olması Habeşistandaki müslümanların Mekke’ye tekrar dönmelerine sebeb olmuştur.
Garanik Olayı hakkındaki bu asılsız haberler, sahih rivayetlerden ve gerçeklerden uzaktır. Din düşmanlarının uydurduğu yalanlardır. Delilleri yoktur. Hayali yakıştırmalar olduğu için “racmen bil gaybdır.” Karanlığa taş atar gibi mesnedsiz hezeyandır. Üzerinde fazla durulacak mahiyette değildir. Bâtılı ve iftirayı tasvir etmek sâfi zihinleri idlaldir.
Kur’an nazil olmaya başlayınca gök kapıları şeytanlardan korunmuş ve kulak hırsızlığı yapanlar taşlanırken, vahiy korunmamış bırakılır mı?
9.-Sual: Kur’an’da nasih ve mensuh ayetler var. Yani hükmü değişen ve hükmü değiştiren ayetler var. Neden bazı hükümler zamanla değişiyor?
9.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Biz, bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman Allah ne indirdiğini bilirken, “Sen iftira ediyorsun.” derler. Hayır onların çokları bilmiyorlar.” (Nahl: 101.)
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Biz, bir ayetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.” (Bakara: 106.)
Bu, tıpkı bir doktorun, hastasına bir şurub almasını emredip bir müddet sonra da onu yasaklayarak, ona o şurubun zıddı olan bir şeyi almasını emretmesi gibidir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Nahl Suresi, 14. Cilt, 344. Sh.)
Nesh ve değiştirme, kulların maslahatına ve ihtiyacına göre Allah’ın bir lütfu olarak gerçekleşir. Allamül-guyub olan Cenab-ı Hak, hükmün süresini bildiği halde insanların durumuna göre emreder, yasaklar, hikmetli hükümler verir. İslamdan önce gelen dinler için belli bir süre takdir edildiği gibi, gelen emir ve yasaklar içinde belli bir süre tayin edilmiştir. Semavi dinler insanlığın tekamülüne göre geliyordu. Bidayette değil nihayette İslamın gelmesi de aynı hikmete mebnidir. Cenab-ı Hakk’ın Hakîm olmasının bir eseridir. Eğitim programlarında öğrencilerin durumuna göre müfredat değişir. Bu durum öğretmenin mükemmel olmamasından değil öğrencinin kemale ermemiş olmasından kaynaklanır. Tedavide hastanın hastalığının seyrine göre verilen ilaçlar değişir. Devlet yönetiminde, toplumun sosyal ve iktisadi durumuna göre kanunlar farklılık gösterir. Savaş ve iç karışıklık gibi olağanüstü hallerde uygulamalar değişir. Bunlar bir maslahata, bir faydaya göre düzenlenir. Bu hükümler insanları, belli aşamalardan geçirerek ulaşılması hedeflenen seviyeye getirir. Nesheden ayetlerle hükümlerin değişmesindeki gaye tekamüldür. Mükemmel bir elbise kendine uygun vücud ister. Vücudun şekil alması zaman içinde olur. Bu ise nasih ve mensuhu gerekli kılar.
Nasıl ki zaman içinde dinler, başka dinlerle değişiyor, bunun gibi bir takım maslahatlar sebebi ile bazı hükümlerde başka hükümlerle değişiyor.
Resim ve heykeller önceki dinlerde helal iken putperestliğe kapı açtığı için İslam dininde yasaklanmıştır. Hz. İsa (a.s.), Musevi şeriatının bazı ağır tekalifini kaldırmış neshetmiştir. Kur’an ayetleri ile bunların bir kısmı yeniden haram kılınmıştır. İslam dini kendinden önce gelen dinlerin hepsini neshetmiştir.
Nitekim Hz. İsa (a.s.) şöyle buyuruyor: “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal yapayım diye gönderildim.” (Al-i İmran: 50.)
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıkları ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık.” (En’am: 146.)
Hükümlerdeki değişmeler bazen o kavme bir ceza olarak bazen de bir genişlik olarak verilir.
Şartların değişmesi hükmün değişmesini gerekli kılar. Bu da nesih ile mümkün olur.
*Kur’an, peyder pey indirilmiştir. Bir seferde indirilmiş olsaydı onda nasih mensuh caiz olmazdı.
(Ebu Muhammed Mekki bin Ebi Talib el-Kaysi)
*Allah (c.c.) İbrahim (a.s.)’a oğlunu kurban etmesini emretti. Sonra ona koç göndererek önceki emrini nesh etti.
İlk emir oğlunu kurban et. İkinci emir koç kurban et.
Haşa Allah (c.c.) sonradan anladı denir mi?
Beda, Allah hakkında caiz değildir.
Allah (c.c.) İbrahim’in oğlunu keseceğini biliyordu. Fakat mükafat ve ceza Allah’ın bilmesinden değil, işlenen fiillerden kaynaklanır.
(Ebu Muhammed Mekki bin Ebi Talib el- Kaysi)
*Hulasa: Nesh, hükmün müddetini beyandan ibarettir. (Usulü’l- Fıkh- Cessas)
10.-Sual: Kafirlerin amellerinin tartılmayacağı ayette bildiriliyor. Mü’minler ise sürekli cehennemde kalmayacak. O halde Mü’minun: 102.- 103. Ayetlerde bildirilen zümre kim?
10.-Elcevap: Mizan, terazi kurulduğunda Kur’an üç zümreden bahseder. Bid’at ehli olan dalalet fırkaları şu üç zümreden habersizdir. Mizanda mü’min, kafir ve münafığın durumu farklıdır.
—Kafir için bir terazi kurulmaz. Kehf: 105. Ayet bunu bildiriyor.
—Mü’minin hasenatı fazla ise cennete, seyyiatı fazla ise cehenneme gider ve ziyana uğrar. A’raf: 8.- 9. Ayetler bunu ifade ediyor.
—Münafığın ise tartıları hafif gelince sürekli cehennemde kalır. Mü’minun: 102.- 103. Ayetler de bunların durumunu bildiriliyor.
Mizanda kafirlerin durumu: İşte onlar, Rab’lerinin ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkar eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet günü onlar için bir terazi kurmayız. (Kehf: 105.)
Mizanda mü’minlerin durumu: O gün amellerin tartılması haktır. Kimin tartıları (ameli) ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin tartıları (ameli) hafif gelirse, işte onlar da ayetlerimize haksızlık etmelerinden ötürü kendilerini ziyana sokanlardır. (A’raf: 8.- 9.)
Mizanda mü’minlerin ve münafıkların durumu: Kimlerin tartıları (ameli) ağır gelirse işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin tartıları (ameli) hafif gelirse işte onlar da kendilerini ziyana sokanlar, cehennemde sürekli kalanlardır. (Mü’minun: 102.- 103.)
*Ayetlerde geçtiği üzere mizanda tartıları hafif gelenler hakkında iki hüküm vardır. Bir kısmı hakkında hüküm, ziyana uğramaktır (A’raf: 8.- 9.) diğer bir kısmı hakkında hüküm, sürekli cehennemde kalmaktır. (Mü’minun: 102.- 103.).
Ziyana uğradı ayeti, günahkar mü’minler içindir.
Sürekli cehennemde kalır ayeti, münafıklar içindir.
Münafıklar, mü’minlerle beraber haşr olunurlar. Sonra aralarına bir sur çekilir. Onların kafirlerden farklı olarak amelleri tartılır. Çünkü münafıklar dünyada iken bir dönem imanlı idiler, sonra münafık oldular veya kendilerinin mü’min olduklarını izhar ettiler. Hafif gelen amellerinden dolayı cehenneme atılırlar ve orada sürekli kalırlar. Mahşerde kafirler amelleri tartılmadan cehenneme atılırken, münafıklar, müslümanlarla beraber haşr olunacaklardır.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Münafık erkeklerle münafık kadınların, mü’minlere: “Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım.” diyeceği günde kendilerine: “Arkanıza dönün de bir ışık arayın!” denilir. Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azab bulunan kapılı bir sur çekilir.” (Hadid: 13.)
Ahirette münafıklar mü’minlerle beraber haşr olunduğunda secde çağrısı yapılır. Mü’minler secdeye vardıkları zaman onlar da secde etmek isteyecekler. Fakat güç yetiremeyecekler.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Bacaktan açılacağı (işlerin güçleşeceği) ve secdeye davet edilecekleri gün (secde) edemezler.” (Kalem: 42.)
11.-Sual: Ehl-i kitabın ahiretteki durumu hakkında ayetlerde farklı hükümler var. Bunun sebebi nedir?
11.-Elcevap: Bir zümre hakkında iki hüküm varsa, bu durumda; Kur’an’ın bir ayetinde bir hüküm, diğer ayetinde diğer hüküm yer alır. Ehl-i kitab için hem cennete hem de cehenneme gidecekleri hükmü vardır. Cennete giden zümre, İslam’dan önce yaşayan ve iman eden ehli kitabdır. Cehenneme giden zümre, İslam’dan sonra yaşayan ve İslam’ı inkar eden ehli kitabdır.
İslamdan önceki Ehl-i kitab’ın durumu: Şüphesiz iman edenler; yahudiler, hıristiyanlar ve sabiiler, bunlardan her kim, Allah’a ve ahiret gününe inanır, salih amel işlerse elbette onlara, Rab’leri katında mükafat vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Bakara: 62.) (Maide: 69.)
İslamdan sonraki Ehl-i kitab’ın durumu: Ehl-i kitabdan ve müşriklerden inkar edenler, ebedi olarak cehennem ateşindedirler. Onlar, halkın en şerlisidir. (Beyyine: 6.)
*El- Hasıl: Ehl-i kitabın ahiretteki durumu İslam’dan önce veya sonra yaşamış olmasına göre farklı hükümler ihtiva eder. İslamdan sonra ehl-i kitabın necatı, Kur’an’a iman etmelerine bağlıdır. Ayet-i kerimelerde bu hükümler bildiriliyor.
12.-Sual: İnsanın fitne çıkaracağını ve kan dökeceğini melekler nereden bildiler?
12.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dedi. Onlar: “Bizler seni hamd ile tesbih ve takdis ederken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” dediler. (Rabb’in): “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.” (Bakara: 30.)
Kur’an’da bu konuşmanın bir kısmı anlatılıyor. Melekler yaratılacak olan insanı yakinen biliyorlardı. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Bakara Suresi, 30. Ayet, 2. Cilt, 252. Sh.)
*Melekler insanda şehvet ve gazap olacağını biliyorlardı. Şehvetten fesadın, gazabdan da kan dökmenin çıktığını biliyorlardı. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Bakara Suresi, 30. Ayet, 2. Cilt, 252. Sh.)
*Onlar bunu zanlarına dayanarak söylemişlerdir. Melekler yeryüzünde bulunan (ve fesad çıkaran) cinlerin haline kıyas ederek bunu söylemişlerdir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Bakara Suresi, 30. Ayet, 2. Cilt, 252. Sh.)
*Rüyada bir peygamber veya sahabeyi görürüz. O bize kendini tanıtmaz. Ruh zaten onu hemen tanır. Allah’ın kelamı, vahiy ve ilham meleklere manası ile gelir. İnsan deyince insanın mahiyeti, halife yaratacağım deyince halifenin mahiyeti ve cennet deyince cennet bütün manaları ile muhatabın nazarında canlanır. İnsanın cinler gibi nefis ve irade sahibi canlılar olup imtihana tabi mahluklar olacaklarını melekler hemen anladılar ve Allah’a sordular: “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun”
13.-Sual: Ahiret gününde, insanların dünyada ne kadar kaldıkları hakkında ayetlerde farklı ifadeler var. Bunun sebebi nedir?
13.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Onları bir araya topladığı gün, sanki onlar, sadece gündüzün bir saati kadar dünyada kalmış gibi olurlar.” (Yunus: 45.)
Ahiret günü insanların kimi dünyada bir saat, kimi bir gün kaldığını zanneder. Herkes durumuna göre konuşur. Dünyada çok az kaldıklarını bilirler. Şairin dediği gibi:
Bir şey gelip geçtiğinde, hiç olmamış gibi olur.
Bir şeyde geldiğinde, sanki hep kalacakmış gibi olur.
(Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Ahkaf Suresi, 35. Ayet, 20. Cilt, 57. Sh.)
14.-Sual: Meryemin susma orucu tutması hakkında ne söyleyebiliriz?
14.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen: “Ben Rahman için (susma) oruc(u) adadım, bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” de.” (Meryem: 26.)
O zamanlar Hz. Meryem’in kavminde sükut orucu, konuşmama orucu tutuluyordu. Nasıl ki oruca başlamadan önce oruca niyet edilir. Sükut orucuna başlamadan önce konuşmayacağını söyler. Sükut orucuna başlayınca, kendisine bu durumunu soran yahudilere: “Sağımdaki ve solumdaki melekler şahidimdir ki karnımdaki alnımın yazısıdır.” diyerek işaret eder. Hıristiyanların istavroz çıkartma dedikleri şey aslında bu manayı ifade eder.
15.-Sual: Bedirde Allah’ın yardımı ile gönderilen meleklerin sayısı kaçtır.?
15.-Elcevap: Bedirde mü’minlere yardım için gönderilen meleklerin sayısı bindir.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz, O da: “Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim.” diye duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal: 9.)
Ancak Kürz İbni Cabir’in müşriklerin yardımına geleceği duyulunca Rasulullah (s.a.v.) ashabına üç bin melek size yetmez mi diye vahiyle gelen vaadi müjdeledi. Kürz İbni Cabir ordusu ile gelecek olsa idi Cenab-ı Hakk’ın vaadi, üç bin melek göndererek mü’minleri korumaktı.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Allah size Bedir’de yardım etmişti. Siz o zaman zayıf idiniz. O halde Allah’dan korkun ki, şükredesiniz. O zaman sen mü’minlere: “Rabb’inizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi, size yetmez mi?” diyordun. Evet, sabreder, (Allah’dan) korkarsanız; onlar hemen şu dakikada üzerinize gelseler, Rabb’iniz size nişanlı beş bin melekle yardım eder.” (Al-i İmran: 123.- 124.- 125.)
Bedir Savaşından önce Kamer suresinin ayetleri ile mü’minlere muzaffer olacakları müjdesi verilmişti. Rasulullah galip geleceklerini biliyordu.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Yoksa “Biz muzaffer (yenilmez) bir topluluğuz” mu diyorlar? O topluluk yakında (Bedir’de) bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.” (Kamer: 44.- 45.)
16.-Sual: Cenab-ı Hak kainatı altı günde yarattı.
Ayette geçen günler toplanırsa sekiz gün ediyor?
16.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor:
*De ki: “Siz mi arzı iki günde Yaratan’a nankörlük ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz? İşte alemlerin Rabb’i O’dur.” (Fussilet: 9.)
*Arza üstünden ağır baskılar yaptı. Onda bereketler yarattı ve onda arayıp soranlar için gıdalarını tam dört günde takdir etti. (Fussilet: 10.)
*Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: “İsteyerek veya istemeyerek gelin.” dedi. “İsteyerek geldik.” dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini vahyetti. (Fussilet: 11.- 12.)
*Yeryüzünde, yeryüzündekilerin azıklarını, ilk iki gün ile birlikte dört günde takdir etmiştir. Bu tıpkı bir kimsenin: “Basra’dan Bağdat’a on günde, Kufe’ye de on beş günde gittim.” demesi gibidir. “Ben sana, bir ayda bin, iki ayda da binlerce lira verdim.” ifadesi gibidir. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Fussilet Suresi, 19. Cilt, 355. Sh.)
*“Arayanlar için, tam dört günde..” ifadesi bu dört günün, fazlalık ve noksanlık olmaksızın o işlerle dopdolu geçtiğine delalet eder. (Tefsir-i Kebir- Mefatihu’l- Gayb, Fussilet Suresi, 19. Cilt, 356. Sh.)
*On dakikada çay demlenirse, on dakikada sofra kurulursa, on dakikada da kahvaltı yapılırsa geçen zaman otuz dakika olmaz. Yirmi dakika yeter. Çünkü çay demlenirken aynı on dakika içinde sofra hazırlanır.
Biz bu ayetlerden şunu öğrenmiş oluruz. Zamanı en verimli şekilde kullanmak ve zamanı israf etmemek!
—————————-
17.-Sual: Kur’an’da, kadına şiddeti caiz gören ayet var. Bunu nasıl açıklarsınız?
17.-Elcevap: Kur’an’a göre ideal insan Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Sergilediği ahlak ayetlerle övülmüştür. Zaten Muhammed dahi övülen demektir. O eşlerine karşı müşfik davranırdı. O halde Kur’an’ın istediği insan modeli, Hz. Muhammed gibi olacağından Kur’an erkeklerin eşlerine karşı iyilik içinde güzel davranmalarını ister. Nüşuz kadın bir arızadır. Tıpkı hapse atılan suçlular veya tembel öğrenciler veya yaramaz çocuklar gibi.
Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Dikkafalılık, şirretlik etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın.” (Nisa: 34.)
*Nüşuz kelimesi, isyan etmek demektir. (Kurtubi- el- Camiu li Ahkami’l- Kur’an, Nisa Suresi 5. Cilt, 173. Sh.)
Bu Ayetin açıklamasında herkesin kendine ait yorumları olabilir fakat asıl olan tefsirlerde geçen izahatdır. İmam Kurtubi meşhur tefsirinde bu Ayeti şöyle açıklıyor:
“Dövmek, dürtmek ve benzeri şekillerdir. Kemik kırmak, iz bırakmak değildir.” (Kurtubi- el- Camiu li Ahkami’l- Kur’an, Nisa Suresi 5. Cilt, 176. Sh.)
*Ayette geçen kadın, nüşuz, yani şirretlik, çirkeflik yapan kadındır. Şiddet konusunda üç görüş ileri sürülebilir.
Birincisi: Dünyada hiç şiddet olmasın.
İkincisi: Dünyada her durumda şiddet olsun.
Üçüncüsü: Zaruri durumlarda şiddet olabilir.
İkinci görüş, zalimlerin sözüdür. Asla kabul edilemez.
Birinci görüş, samimiyet konusunda kendini sorgulamalı.
Gerçekten dünyada hiç şiddet olmasın diyenler, polis teşkilatına karşı olmalı. Polis, toplumun güvenliği için şiddete başvurur. Kışkırtılan halk kitlelerinin eylemlerinde linç ile sonuçlanacak vahim durumları önlemek sadece polisin şiddeti ile mümkün olur. Katili yakalamak, mütecaviz adamı durdurmak şiddet ile mümkün olur. Şiddet zulmü kontrol altına almak için gereklidir. Kadına şiddete karşı olanlar samimi iseler öncelikle şiddetin en fazla olduğu alkol alımına karşı mücadele etmelidirler. Kadın en fazla sarhoş adamlardan dayak yiyor. Dünyada kadına şiddet bir vakıadır ve hiçbir kültür veya hukuk sistemi bunun önüne geçememiştir. İslamda kadını dövmek zulümdür. Hz. Peygamber (s.a.v.) asla hanımlarına karşı böyle bir davranışda bulunmadı. Bir insanı dört duvar arasına kilitleyip yıllarca orada mahsur bırakmak insan onuruna yakışmayan bir davranıştır. Fakat bütün hukuk sistemlerinde suç işleyenlere bu tür cezalar verilir. Demek ki, ceza kime karşı uygulanıyor ise ona göre hüküm alır. Dayak konusu da, kime karşı uygulanıyor ise ona göre değerlendirilir. Kadın ahlaksız, çirkef, sözden anlamıyorsa, bu durumda ya boşayacak veya yüzüne vurmadan hafifçe dövecek. Ailenin kurtulması için, yuvanın yıkılmaması için son çare bu olmalı. Yoksa keyfi uygulamalar zulüm olur. Zaten eşlerin ayrılması bir alternatif olarak durmaktadır. Bu son bir çaredir. Fıkıh kitaplarında izah edildiği üzere, aşırı derecede asabi kimselerin, psikolojisi bozulmuş hastaların, eğer eşlerine zulmedecekleri biliniyor ise evlenmeleri haramdır. Ruhsal sorunları olan adamların evlenmesini İslam yasaklıyor.
Nüşuz kadın, ısrarla şirretlik yaparsa onu hafifçe dövün. Asla yüzüne vurmayın. Yüze vurmak haramdır. Buna da itiraz edenler neye itiraz ettiklerini bilmiyorlar. Çirkeflik yapsa da, namussuzluk yapsa da ben yine iyi geçinirim diyenler varsa böyle deyyus ve ahlakı bozuk kimselere diyecek bir sözümüz yoktur. Bu bir tercih ve karakter meselesidir. Böyle bir adamın Müslüman olması İslam’a zarardır.
Kur’an, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir der.
Kimi de diyebilir ki, ben eşeklerin sesini çok beğeniyorum.
Eğer biri eşeklik yapmak istiyorsa buna diyecek bir laf yok.
Tercih meselesi!
18.-Sual: Kur’an’da lanet ayeti var. Bunun hikmeti nedir?
18.-Elcevap: Allahu Teala (c.c.) şöyle buyuruyor: “Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa, de ki: “Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetle dua edelim de, Allah’ın laneti yalancıların üzerine olsun!”” (Al-i İmran: 61.)
Yalancılar yalanlarında direnirse doğru sözlü olanların haklı oldukları nasıl anlaşılır? Lanetleşen yalancı kimsenin üzerine bela ve musibet yağar. Onların durumu dünyada ancak bu şekilde ortaya çıkacaktır.
Necran heyeti, altmış süvari olarak Peygamber Efendimiz’in yanına geldiler. Bu altmış kişinin idaresini ondört kişi üstlenmişti. Ancak her hususta karar sahibi üç kişi idi ki, bunlar onların eşrafı ve efendileri idi. Bunlar: Akib, Seyyid ve Alkarna oğlu Ebu Harise idi. Mesih (İsa) peygamberin durumu üzerinde tartışıyorlardı. Bununla ilgili ayeti Cenab-ı Hak, Al-i İmran suresinde inzal buyurmuştur. İsa peygamberin durumunu, yaratılışının evveliyatını ve kendisinden önce de anasının yaratılışını beyan buyurmuştur. Necranlı heyetin kendi davetine icabet etmemeleri halinde Rasulüne, onlarla lanetleşmesini emretmişti. Necranlılar onun iki gözünü ve iki kulaklarını görünce tartışmaktan vazgeçmiş, lanetleşmeye yanaşmamışlardı. Barış ve sulhe meyletmişlerdi. Sözcüleri olan Akib Abdul Mesih şöyle demişti: “Ey hıristiyanlar topluluğu! Muhammed’in kitab sahibi bir peygamber olduğunu elbetteki bilmişsinizdir. Peygamberiniz İsa hakkında size ayrıntılı bilgi getirmiştir ve yine şunu kesinlikle bilmektesiniz ki hiçbir peygamber, bir kavimle lanetleşsin de sonra o kavmin büyükleri hayatta kalsın, küçükleri de yetişip büyüsün; bu mümkün değildir. Peygamberle lanetleşen bir kavmin kökü kazılır. Eğer onunla lanetleşmekten vazgeçer ve tartışmaya girmezseniz, dininizde kalabilir ve bu yaşantınızı sürdürebilirsiniz. Gelin, bu adamla (Rasulullah ile) musalaha yapın ve memleketinize geri dönün.
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz’e gelerek ondan, kendilerine cizye tarhetmesini ve kendileriyle birlikte güvenilir bir insanı göndermesini talep ettiler. Rasulullah da Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı onlarla gönderdi. (İbn Kesir, El Bidaye Ve’n-Nihaye, Çağrı Yayınları)
Elde Kur’an gibi bir mucize-i baki varken,
Başka burhan aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
(25. Söz)
*Allah Teala kendi kitabından başka hiçbir kitabın hatasız olmasını takdir buyurmamıştır. Kendi kitabı için ise: “Ona önünden ve arkasından batıl gelemez.” buyurmuştur. (İ. Abidin 1. Cilt, 27. Sh.)


Bir Cevap Yazın